[TR] Tanıdık Yüzler Serisi — Prof. Dr. Philip Kunig

TAÜ Pro Bono Hukuk Kulübü
18 min readMay 22, 2023

--

  • Bitte klicken Sie hier, um diese Abschrift auf Deutsch zu lesen.
  • Bu transkriptin ait olduğu röportajı dinlemek için lütfen buraya tıklayın.
Univ.-Prof. a.D. Dr. Dr. h.c. Dr. h.c. Philip Kunig
Univ.-Prof. a.D. Dr. Dr. h.c. Dr. h.c. Philip Kunig

2010 yılından beri, Türk-Alman Üniversitesi kurulması amacıyla Alman Üniversiteleri tarafından tesis edilmiş Konsorsiyum’un asbaşkanı olan ve 2016 yılında Freie Universität Berlin’den emekliye ayrılan Prof. Kunig, 2013 yılından bu yana Türk Alman Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, kamu hukuku ve uluslararası hukuk dersleri vermektedir. 2016 ve 2022 yılları arasında Hukuk Fakültesi Almanya koordinatörlüğünü ve Rektör danışmanlığı görevini yürüten Kunig, aynı zamanda Alman hukuku ve uluslararası hukuka ilişkin araştırma ve editörlük faaliyetlerinin yanı sıra, Türk-Alman araştırma projelerinde ve hukuk bilimine ilişkin ortak çalışmalarda yer almaktadır.

Detaylı Bilgi: people.tau.edu.tr & jura.fu-berlin.de

E-Posta: kunig@tau.edu.tr & philip.kunig@fu-berlin.de

Pro Bono: Sayın Kunig, öncelikle bu video kaydı talebimizi kabul ettiğiniz için hem şahsım hem de arkadaşlarım adına size teşekkür etmek istiyorum. Yaklaşık on, on iki soru düşündük. Her şeyden önce, sizin bakış açınızdan hayatınızın bir özetini duymak istiyoruz. Oldukça uzun bir hayatınız var. En başından bugüne kadar zamanınızı nasıl geçirdiniz?

Prof. Dr. Philip Kunig: Doğrudan en başını hatırlamıyorum. Osnabrück’ta doğdum. Osnabrück, eski Batı Almanya’nın batısında bir şehir, ki Uluslararası Hukuk tarihinde biraz ünlüdür çünkü Vestfalya Barışı’nın bir kısmı orada müzakere edilmiştir. Ancak gerçek bir Osnabrück’lu değilim, çünkü ailem Almanya’nın tamamen farklı bir köşesinden, yani Erzgebirge’den gelen mültecilerdi. Erzgebirge; Chemnitz, Dresden ve Çekya’nın yakınında olan bir şehir. Ailem Almanya’nın bu bölgesini terk etmek zorunda kalmışlar ve bunu da istemişler. Dolayısıyla anlattığım çalışmaya şey bu, dar anlamda bir vatanım yoktu.

Ebeveynlerim orada yabancıydı ve bu da çocuğa (bana) yansıyordu. Ancak yine de Osnabrück’te kendimi iyi hissediyordum orada okula gittim, -belki bu eğitim yolculuğu için biraz önemlidir- hümanist bir Gymnasium’daydım (dil bilimlerinin öğretildiği bir lise türü/sosyal bilimler lisesi). Şöyle ki, Latince dokuz yıl boyunca, Yunanca ve eski Yunanca da, yedi yıl boyunca ön plandaydı yani biraz İngilizce dışında yaşayan bir dil ön planda değildi ve İngilizcemi sonradan telafi etmem gerekti. Ancak bu eğitim tarzını çok olumlu ve geliştirici buldum. Sadece dil dersleri yoktu, felsefeye, entelektüel tarihe ve dolayısıyla bugün yaptıklarımın da temeline değiniyordu. Ancak bu durum, okulda matematik veya doğa bilimlerine erişimim olmadığı anlamına geliyordu, fakat zaten ilgimi çekmiyorlardı. Bunun biraz da öğretmenlerle alakalı olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerin ilgi duyduğu dersler bakımından öğretmenler her zaman önemlidir. Ve sonra Abitur’um (liseden sonra girilen sınav) oldu, 1970'te, yani geçen yüzyılda. Ve şimdi “şimdi ne yapacaksın?” sorusuyla karşı karşıyaydım. Dediğim gibi, doğa bilimlerine ve teknik bölümlere erişimim yoktu. Ama ben Latince ve Yunanca da okumak istemiyordum çünkü hâlihazırda yıllarca bunu yapmıştım. Ve kendi kendime, bunu okursam ne olurum, o zaman öğretmen olurum diye düşündüm, ancak bunu da hiç istemiyordum. Gelin görün ki bir öğretmen oldum.

O zamanlar başka bir şey okumaya karar vermiştim, Sinoloji ve Japonoloji. Yani Çin dili, Japon dili ve bunlarla ilgili her şey, çünkü bunların da benim kültürümden farklı kültürler olduğunu düşündüm ve Latince ve Yunanca öğrencisiyken yaptığım gibi, burada da bir yaklaşıma sahip olup ilgimi geliştirmeyi umdum. Babam sakince dinledi ve dedi ki: „Biliyorsun, bir noktada muhtemelen müzedeki eserleri temizleyeceksin. O zaman bi uğrarım ancak ne yaptığını bilmelisin.“ Sonuç olarak okudum. Ama yaklaşık bir yıl sonra kendi kendime bunun olamayacağını düşündüm. Çünkü 1970'de, Çin ile ilgilendiğim zamanda Mao hakimdi. Size bir şey ifade etmesi için, Mao bir komünist yazar. Öğrencilerin hepsi Maoistti. Böyle olmak istemedim ve başka inançlarım vardı, her neyse, sonra düşündüm ki: bir şekilde makul bir mesleğe de kapı aralayan bir bölüm okumalısın. Ve böylece çok da inançlı olmadan hukuka alanına geçtim. Orada hiçbir yanlış yapamazsın diye düşünüyordum. Ve şimdi söyleyebilirim ki, bu biraz doğru, neyin adil olduğu sorusu beni her zaman etkilemiştir.

Ve yine babamın, mesleki olarak farklı bir şeyle uğraşsa da hukukun üstünlüğüne ve fırsat eşitliğine büyük bir ilgisi vardı, bunu bana da aşıladı. Ve böylece hukuk okudum. Sinoloji ve Japonoloji ile karşılaştırıldığında tamamen farklı bir dünyaydı. (Hukuk Fakültesi) Hamburg’da caddenin karşısındaydı ama farklı bir dünyaya ayak basıyordunuz. Çinli öğrenciler oturup çay içiyorlardı ve dünya devrimini tartışıyorlardı. Daha ilk yarıyıldan takım elbise giyen hukukçu ve hukuk öğrencilerinin ise aşağı yukarı belirli bir tipi vardı. Ben oraya tam olarak entegre olmadım, (bunun yerine) her ikisini de yaptım. Hukuk eğitimim için yapılması gerekenler olduğunda onları yaptım ama sonrasında tekrar Çinli öğrencilerin yanına gidip (tartışmaları) dinledim, seminerler vermeye ve yükseköğrenimime sonuna kadar devam ettim. Her neyse, sonradan Birinci Devlet Sınavı olarak da bilinen bir sınava girdim. Almanya’daki bu sistemi biliyorsunuz. Sene 1976’ydı.

Sonra bunu staj takip etti. Fakat, kariyer yolculuğum açısından -çoğunlukla bu kişilerle ilgili olur- önemli bir durum meydana geldi. Bir öğretim üyesi bana “Haftaya Devlet Sınavlarınız var ve sınavlar iyi geçerse size bir pozisyon teklif edeceğim” dedi. Daha sonra yasal stajımın yanında araştırma görevlisi olarak çalıştım. (Geriye dönüp baktığımda söyleyebilirim ki), hocamın adı Ingo von Münch idi, doktoramı orada (onunla) yaptım. Hep yurtdışına gitmek istedim ancak üniversitede kalmak ve çalışmak zorundaydım, ki bunu yapmaktan da mutluydum ve habilite edildim. “Habilitation” (Doçentlik) ikinci bir aşamadır. Bu her yerde görünmeyen bir tabirdir ancak (Doçentlik) sistemi aşağı yukarı aynı. Ve bu daha sonra benim için kamu hukuku ve uluslararası hukuk, yani uluslararası kamu hukuku olan konularda uzmanlaşma ile birleşti. Fark edersiniz ki, gidişat tüm yolu belirliyor, çünkü bugün hala bunu yapıyorum.

Ve bu sırada, hukuk öğreniminde her zaman çekici bir şeyler buldum. Burada tek bir belirli meslekle sınırlı değilsiniz, çünkü (üniversitede teorik) eğitiminiz sırasında, stajyerlikte uygulamalı eğitiminiz sırasında farklı meslek alanları görüyorsunuz, bir süre savcı, bir süre idare memuru, bir süre avukat oluyorsunuz. Farklı şeyler yaparak bir şekilde en çok neyi sevdiğinizi öğrenebilirsiniz. Benim için de çeşitli şeylerdi. Ta ki hayır, ben bildiklerimi aktarmak istiyorum diyene kadar. İnsanın, nispeten gençken, bir şeyleri nasıl değiştireceğine dair fikirleri oluyor. Bu arada, yaşlandıkça da bazen böyle fikirleriniz olabiliyor. Ve ben dünyamı orada gördüm. Evet, sonrasında profesörlüğe giden yol o kadar da uzun değildi ve şu anda detayların önemli olduğunu düşünmüyorum. İlk profesörlüğümü Hamburg’da aldım. Sonra bir süre Heidelberg’de ve FU Berlin’de bulundum. Sonraları bazen “Bize gelmek ister misiniz?” diye teklifler oluyordu. Bu bana birkaç kez soruldu ama ben hep „hayır“ dedim. Bunun Berlin’de özel bir nedeni vardı. 1988’de Berlin’de başladığımda, gerçekten istemiyordum. Çünkü Berlin kuşatılmıştı. Her yer duvarla çevriliydi. Eski Doğu Almanya’dan Batı Berlin’e arabayla gitmek her zaman bir sorundu. Uçuşlar bile bazen karmaşık olabiliyordu. Her neyse, Berlin tam bir kafeslenmiş şehirdi. Eğer yürüyüşe çıkmak istediyseniz, diğer 5.000 Berlinli ile bölgedeki bir parkın içinde daire çizerek yürüyordunuz. Tabii bu biraz abartı oldu ama durum böyleydi. Bu yüzden tekrar Berlin’den uzaklaşmak için çaba sarf ettim. Fakat sonra, hemen hemen aynı zamanda bir pozisyon teklifi aldım ve Heidelberg’e gidebildim.

Duvar da neredeyse aynı zamanda düştü, yani 1989 Kasım’ında. Bu durum duygularla, merakla ve “Şimdi ne olacak?” sorusuyla da o kadar çok bağlantılıydı ki. Ayrıca hukuki olarak da “Grundgesetz kalacak mı ve Anayasa herkes için olacak mı? Yoksa değiştirilecek mi?”, “Reformlar için bunlar zorunlu mu?” sorularıyla da bağlantılıydı. Ve DDR’nin tüm hukuku, uyarlanmış federal hukukla değiştirildi. Ayrıca pek çok kişisel sorun da ortaya çıktı: “Sadece Doğu Almanya (DDR) yasalarına vakıf olan kişilere ne olacaktı? Hepsinin kovulması mı gerekiyordu? Bu insanlar yargıç olabilecekler miydi yoksa yalnızca avukat mı olabileceklerdi?” Yani (aklınıza gelen) mümkün olan her şey. Sonra düşündüm ki, burada hukukçulara da düşen pek çok görev vardı. Bu tarihi bir zamandı, o hâlde gitmeyecektim. Ayrıca çeşitli çalışmalarda Doğu Almanya’daki üniversitelerin yeniden yapılandırılmasında yer aldım ve bunlardan birinden bahsedebilirim, ki bu belki de oldukça istisnai bir durumdur: Berlin’de Anayasa Mahkemesi yoktu. Müttefik Devletler, yani ABD vs. buna izin vermiyordu. Bu kurum anayasada vardı ama ülkede fiilen bulunmuyordu.

Berlin duvarı yıkıldığında Berlin için diğer federal eyaletlerde de olduğu gibi bir Anayasa Mahkemesi kurmak mümkün hale geldi. Federal Anayasa Mahkemesi ve Eyalet Anayasa Mahkemeleri vardır. Tarihler 1992’yi gösterdiğinde Berlin için bir Anayasa Mahkemesi kuruldu. Ve bana profesörlüğün yanında yargıç olup olamayacağım soruldu. Bunun için Berlin’deki Parlamento olan Temsilciler Meclisi tarafından üçte iki çoğunlukla seçilmem gerekiyordu. O sıralarda 41 yaşındaydım. Kanun en az 40 yaş olma şartı koştuğundan yaşım uygundu. Bundan bahsetmemin sebebi orada hukuk hakkında bir çok şeyi yeniden öğrenmemdir. Anayasa, anayasa şikayetleri vb. hakkında konuşmanın da bir şey olduğunu ama bunun teorik alanda kaldığını fark ettim. Hakkınızda karar veren insanları pek göremezsiniz. Fakat bu konuda farklı şekilde bilgilendirilirsiniz. Bu da pratiğin ışığında birçok şeyin değiştiğini görmemi ve muhtemelen amfide bu konuda konuşmamı sağladı. Dolayısıyla anayasa hukuku ve diğer hukuk dallarını kitaplardan öğrenmenin pratik boyutu önemlidir. Bunu (Yargıçlığı) 8 yıl boyunca yaptım. Yeniden seçilmemeyle ilgili makul bir kural vardır, böylece kişilerin sirkülasyonu sağlanır. Çünkü bunun her zaman politik bir arka planı vardır. Ve Berlin’de geçirdiğim zamanın geri kalanında, öncelikle yabancı anayasa hukuku alanına ağırlık verdim. Böylelikle karşılaştırmalı hukuka ilgi duymaya başladım. „Neden özdeş haklarda farklılıklar vardır? Neden Anayasa Mahkemelerinin belirli prosedürleri vardır?“ Bu konu benim için hala merkezde yer alıyordu. Daha sonra diğer ülkelerde anayasa hukuku, çevre hukuku ve uluslararası hukuk dersleri verdim. Hala tam zamanlı olarak da Berlin’deydim. Tatillerde ve diğer zamanlarda, çoğunlukla Asya’da, Çin ve Japonya’daki üniversitelerde -bu iki ülkeye olan sevgim yeniden ortaya çıktığı için- birlikte çalışmalar yürütmek üzere sorumluluk aldım. Daha sonra Asya’nın diğer taraflarını; Vietnam, Tayland, Kamboçya ve Malezya’yı, ziyaret ettim. Ve evet (ayrıca) Türkiye‘yi.

Bunun çok uzun bir evveliyatı var, kısaca özetleyeceğim. Daha öğrenciyken Türkiye ile zaten ilgileniyordum. Bunun Antik Çağ ile, Latince ve Yunanca ile ilgisi vardı. Bu bölge ve Bizans, dolayısıyla daha sonra ortak kökleri olan hukukla da ilgiliydi. İstanbul herkesin bildiği gibi özel bir şehir. Berlin’de insanlar çok kültürlülükten bahseder ama İstanbul’da her köşede bu mevcuttur. Bu yüzden Türkiye’de turist olarak seyahat etmeye başladım, şehirden de dışarıya, Nemrut Dağı’na ve Güneydoğuya…

Ve ben -burada yine (kariyer açısından) kişisel bir faktör devreye giriyor- bir Türk akademisyenle her zaman temas halindeydim. İsmi Tuğrul Ansay’dı. Tuğrul Ansay gençliğinde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanıydı. Sonra ailevi nedenlerden, başka bir deyişle aşık olup evlenince Hamburg’a gitti. Orada bir araştırma enstitüsünde profesör olarak görev yaptı. Ancak daha sonra, bu yüzyılın başında, yani 25 yıl önce geri döndü. Tuğrul Ansay hakkında biraz hüzünlü konuşuyorum, çünkü kendisi 5 Mart 2022‘de, 90 yaşın üzerindeyken vefat etti. Cenaze töreninde Sayın Akkanat ile beraberdik. Sonra kendisi Türkiye’ye geri döndü. Meşhur Koç, baba Koç, Fenerbahçe başkanının babası Rahmi Koç “Ben şu anda orada (Türkiye’de) bir hukuk fakültesi kurmak istiyorum ve sen bunun için biçilmiş kaftansın.” dedi. Böylece Sayın Ansay, Koç Üniversitesi’nin yeni kurulan Hukuk Fakültesi‘nin dekanı oldu. Hâlihazırda bir fakülte ve alınmış bir karar vardı ama akademisyen yoktu, ve Sayın Koç yurtdışından akademisyenler de olsun istiyordu. Zaten bu fikirler daha sonra bizim üniversitemize yol açan fikirlere benziyordu.

Neyse, Bay Ansay beni aradı ve “Berlin tatiliniz boyunca dört veya altı hafta bizde İngilizce ders vermek istemez miydiniz?” dedi. Eğitim dili İngilizce’ydi, dersi yaptım, tekrar yaptım ve farklı üniversitelerde de ders verdim. Ve başlangıçtaki geniş uluslararası ilgimi Türkiye’ye odakladım. 2008 yılına geldiğimizde şimdi içinde bulunduğumuz ve daha önceden de tekrar tekrar denenen bir üniversite kurma planı yeniden gündeme geldi. Uzun bir başarısızlık hikayesinden sonra bir komite kuruldu, DAAD devreye girdi ve böyle devam etti. Daha sonra üniversitenin kuruluşunda ve hukuk fakültesinde sorumluluk almayı isteyip istemediğim soruldu. Ve evet o zamandan beri buradayım.

Pro Bono: Prof. Kunig’in günlük hayatında ne gibi rutinleri vardır?

Prof. Dr. Philip Kunig: Eskiden çok seyahat ederdim, şimdi daha az ediyorum. Fırsat bulursak boş zamanımda eşimle vakit geçirmekten keyif alıyorum, çünkü iki kıtaya dağılmış vaziyetteyiz. Okumayı, eskiye nazaran daha fazla temiz havada olmayı ve bilmediğim şeylere bakmayı seviyorum. Yani spesifik bir şey yok. Okuma konularım daha önce bahsettiğim şeylerle, yani tarih, kültür, yabancı tarihler ve kültürlerle ilgili. Çünkü “yabancı” kelimesi çok problemli bir kelimedir. Ve diğer kültürlerle ne kadar çok uğraşırsanız farklı terimler ve bağlamlar tabi ki olsa da, ortak özlerinin de olduğunu o kadar çok görürsünüz. Ama özellikle siyasi arenada dile getirildiği gibi dinler arasında da bazen bahsedilenden çok daha fazla ortak nokta bulunduğunu düşünüyorum, bunun gibi şeylerde çalışmayı seviyorum. Yani ilgi alanlarım spor, müzik vs. gibi herkesin hobisi olanlar dışında meslek olarak yaptıklarıma yakındır.

Pro Bono: Üniversite öğreniminiz sırasında en sevdiğiniz ve sevmediğiniz ders hangisiydi?

Prof. Dr. Philip Kunig: Vergi hukukunu hiç sevmezdim. Diğer hukuk dallarından, (sujelerin) boyun eğme yerine eşit olma(sı) ve (hukuk) kaynakları bakımından (diğer alanlardan) ayrılması nedeniyle uluslararası hukuku çok severdim. Ayrıca her zaman uluslararası hukukun neden bir hukuk dalı olmadığını söyleyen insanların varlığı benim ilgimi çekmiştir. Şimdi gülebilirsiniz, çünkü hepiniz bu hususları daha önce de duymuşsunuzdur. Sonuç olarak, bu ve anayasa hukukundaki temel haklar benim en sevdiğim konulardı. Temel haklar her şey değildir ancak dünyayı daha katlanılabilir kılmak için gerekli bir araçtır.

Pro Bono: Çok uzun zamandır akademik camiadasınız. Bugün akademik camiayı nasıl buluyorsunuz ve bunun üzerine eleştirileriniz var mı? Şimdi nasıl ve gelecekte nasıl olmalı? Hem Almanya’da hem de Türkiye’de?

Prof. Dr. Philip Kunig: Türkiye’de sadece izlenimlere sahibim. Almanya için şunu söyleyebilirim ki, bürokrasiden zarar gören çok şey var. Bazen mesele kalite, özgünlük ve yeni fikirlerle ilgili değil; dünyanın her yerinde olduğu gibi parayla yani kimin (“üçüncü bir grup desteğini”) eğitim sağladığıyla ilgilidir. Dolayısıyla Avrupa Birliği veya Avrupa Konseyi’nden üçüncü taraf fonlarını alabilen kişi, -ki bu üye olmasa da Türkiye için de geçerli- yalnız kendi anlayışıyla bilimsel bir ilerleme kat etmeye uğraşan kişiden daha iyi durumda ve daha başarılı kabul edilir.

Ama insan bir şeye alışıp yaşlandığında ve herhangi bir yenilikle karşılaştığında sıklıkla bunu reddediyor, eleştirel olmak durumunda kalıyor. Buna rağmen bilimin ticarileşmesi çoğu zaman fazla ileri gitmektedir. Ve bazen öyle bir durum oluşuyor ki, yeni anahtar kelimeler ortaya çıkıyor ve üniversite yönetimleri siyasi arenada söz sahibi olabilmeleri için araştırmacılarından bunlarla ilgilenmelerini talep edebiliyor. Biz de şimdilerde bunu yapıyoruz. Son zamanlarda bilim özgürlüğüne karşı tehditler de mevcut. Bilim özgürlüğü mühim bir değer. Devlet bilim insanlarının ne yapacağını dikte edemez. Bu, söylediğim gibi benim hoşuma gitmeyen noktaların olduğu bir alan. Aynı zamanda insan soruyu, “Bu kadar uzun süredir akademide olmaktan pişman mısınız?” diyerek de değiştirebilir. Ve bu soruya cevabım hayır olacaktır. Bundan pişman değilim. Bilhassa bir hukukçu olarak, üniversitede öğretim üyeliği gibi bir yol seçmiş olsanız bile, akademi dışında ama akademisyen olmanızdan doğan başka seçenekleriniz de var. Burada örneğin Anayasa Mahkemesi’nde yürüttüğüm faaliyetleri kastediyorum ama aynı zamanda danışmanlık da yaptım. Mesela bazı tartışmalı konularda çoğunlukla devlet kurumları için bilirkişi raporları hazırladım. Ben üç sene boyunca Çevre Kanunu’nu (UGB) hazırlayan komisyonun bir üyesiydim. Ancak bu kanun, ülkeler arasında siyasi anlaşmazlıklar olduğu için kabul edilmedi, ki artık bunun bir önemi de yok. Ancak bunlar sadece ders vermek ve masa başında oturup pencereden dışarı bakmaktan ziyade işin pratik uygulama kısmıdır. Bu sebeple akademi ve diğer kısmı birbirinden ayırmamız mümkün olmayacaktır. Zira yalnızca hukukta değil diğer alanlarda da (pratikle teori arasında) yakın bir ilişki bulunur.

Pro Bono: Sizin bakış açınıza göre bir hukukçu olmak ne anlama gelmektedir?

Prof. Dr. Philip Kunig: Bunu açıklamak zor. Bir hukukçu başkalarının oluşturduğu normları yeniden keşfeden kişidir. Belirli gerçekler hakkında ve çeşitli anlaşmazlık durumlarında normdan neler çıkarılacağını söylemesi gereken kişidir. Bir anlaşmazlık yöneticisidir. Ayrıca anlaşmazlıkları önleyen kişidir de, çünkü hukuki olarak ne yaşandığının bilinmesi; bir davranış değişikliği için veya aksi durumda yapılacak şeyleri yapmaktan kaçınılması için gerekçe olabilir. Ve farklı alanlardaki çeşitli normların tamamı adaleti tesis etme amacına yöneliktir ancak çıkış noktası başkalarının kararıdır, yani başkalarının istekleri yönünde hareket edilmektedir. Bunun hepimizin bildiği gibi istisnaları vardır: Asıl soru hukuki boşluklar ve kişilerin bu boşlukları nasıl dolduracağıdır. Bazen yasama organının bilinçli veya bilinçsiz mümkün kıldığı adli ilerlemeler de mevcuttur. Dolayısıyla hukuki normlar ve bunların hukuki sonuçları arasında bağlantı kuran kişidir hukukçu. Sizin sorunuzun bir tanımlamayı hedeflemesine karşın, şu an yapmaya çalıştığım şey bir tanımlama değildir. Bu yaptığım tanımlamadan ziyade bir hukukçunun yaptıklarını betimlemedir. Ve günümüzde onu karakterize eden iki şey vardır (Uluslararasılaşma ve Anayasallaşma)

İlk olarak uluslararasılaşma, yani uluslararası olarak oluşturulmuş farklı kalite standartlarında mevcudiyet. Sözleşmeler; aynı zamanda normlar gibi hareket eden ve bu nedenle bugünün bilgisinde norm olarak sınıflandırılması gereken sözleşme belgeleri kapsamındadır. Ve Avrupa için bu, muazzam önemi ile İHAS‘tır. Dolayısıyla uluslararasılaşma, hukukçuların imajının kesinlikle bir parçası olan çok önemli bir olgudur. Burada bir tanım yerine sizlere hukukçu olmanın çerçevesini veya ana hatlarını çizmeye çalıştım.

İkincisi, anayasallaşmadır. Bu, anayasa hukukunun her yere nüfuz ettiği ve kendisini hukukun eski klasik alanlarında, medeni hukukta, ticaret ve ekonomi hukukunda, usul hukukunda zaten hissettirdiği anlamına gelir. Her yerde anayasal belirleyiciler ve gereklilikler ile karşılaşılır ve bunun sonucunda anayasa yargısının yetkileri her yerde ortaya çıkmaktadır. Yani (bir başka deyişle) tüm hukukun anayasaya dayandırılmasıdır anayasallaşma, kastedilen budur. Ve bazıları, özellikle özel hukukçular bundan hiç hoşlanmazlar ve “Bu bizim alanımız, bizi rahat bırakın.” derler. Ama anayasa her yere nüfuz eder ve bu tam olarak nereden kaynaklandığını bile söyleyemeyeceğim bir süreçtir. Her halükarda Almanya’da bu durum oldukça erken dikkatleri çekti ve tabii diğer birçok ülkede de böyle oldu. Bunun devam eden bir eğilim/yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Bunun ayrıca eğitim için doğrudan ve pratikte de yansımaları bulunmaktadır. Hukukun (yalnızca) tek bir alanında; örneğin özel hukuk, deniz hukuku alanında veya herhangi bir alanda uzmanlaşmış hukukçuların da mevcut olduğunu söylemek sorumsuzluk olmayacaktır. Alanlar birbiri ile karşılaştırıldığında, benzerlikler ve farklılıklar ortaya çıktığından, böyle bir tartışma potansiyeli doğmaktadır. Öte yandan bunların hepsi, belirli yapıları ve değerleri zorunlu kılan bu uluslararası ve anayasal çerçeve tarafından bir araya yönlendirilmektedir.

Almanya’da onyıllardır bir kavram kullanılıyor: „Tek tipleştirilmiş hukukçu“ Bu çevirisi (tam olarak) yapılabilecek bir şey değildir. Bununla, örneğin idari usul hukukçusu diye bir şeyin olmadığı, (bunun yerine) özellikle idari usul hukukuna aşina olan bir hukukçunun olduğu anlatılmak istenmektedir. Ama burada bazı şeylerin tam olarak anlaşılmış olması gerekiyor. Ve bu (hukuka bütünsel bakış), normalde 28 ile 30 yaşında geçilebilen fakat şanslıysanız 26 yaşında da geçebileceğiniz, oldukça zor Birinci ve İkinci Devlet Sınavılarının (Staatsexamen) (Volljurist olmak için) talep edilmesinin (en büyük) gerekçesiydi.

Bu (gereklilik), teoride, özel niteliğe (Volljurist) sahip olmak için ödenmesi gereken bir bedeldir. Ve az önce söylediğim gibi tek tipleştirilmiş hukukçulara duyulan ihtiyaç, (az önce söylediğim üzere) uluslararası ve anayasal yeni bir biçim kazanmıştır. Ve bu her zamankinden daha da güncel durumdadır, dolayısıyla amacından sapmış (modifiye edilmiş, içi boşaltılmış) yükseköğrenim tekliflerine (müfredatlara) şüpheci yaklaşmalısınız. Birtakım kimseler “Bizim teorik şeylere, tarihe, karşılaştırmalı hukuka veya bunun gibi şeylere ihtiyacınız yok. Bunların hepsi sadece kitaplar ve profesörlerin anlatacak bir şeyleri olsun diye varlar.” diyorlar. Bu hakikaten böyle değildir. Çünkü hukukun güvenle ve sorumluluk bilinciyle işleyebilmesi için geniş bir bakış açısına ihtiyaç vardır ve bu da yine hukukçunun imajıyla ilgilidir. Çünkü hukukçu, ikna edici bir uygulama yoluyla hukukun korunmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. Zira, hukuk eğer sadece manipüle edilebilecek bir enstrümansa, (bazen bunu şu ya da bu şekilde tartışıyorum) o zaman hukuka duyulan güven de zarar görmektedir. Ve bu bakımdan, Alman Anayasası (Grundgesetz), yargı yetkisinin yargıçlara emanet edildiğini söylemektedir. “Emanet” (Anvertraut) oldukça sorumluluk yükleyicidir ve yetkilendirici bir hukuk kuralı için alışılmadık bir terimdir. Emanet özel bir şeydir ve bu ifadenin kasıtlı olarak kullanılıp kullanılmadığını açıkçası bilmiyorum, fakat bence öyle. En azından içgüdüsel olarak… Ve biraz acıklı bir şekilde, hukuk kültürünün geleceğinin hukukçuya emanet edildiğini, ancak her normla değil, hukukçu olmayanlarla da anlaşmaya varılabilecek bu temel normlar kapsamında emanet edildiğini söyleyebiliriz. Örneğin birinin sözünü tutması, hile yapmaması, başkalarının güvenebileceği şekilde davranması vd. Özetle hukuk normlarında ifade edilen bazı değerler vardır ve bir hukukçunun işi de bunları korumaktır.

Pro Bono: TAÜ’de anlamlı bulduğunuz ve unutmadığınız anılarınız var mı?

Prof. Dr. Philip Kunig: Evet, birkaç tane var ama bunlar bir şekilde benim için özeller. Bu yüzden onları kendime saklıyorum ve bu anılardaki kişilerden bazıları hala burada. Diğerleriyse şu an çeşitli mesleklerde ve bazılarıyla iletişimim devam ediyor.

Bu kadar küçük bir üniversite olması bana göre oldukça özel bir şey. Böylece gelişim aşamalarını görebiliyorsunuz. Yeni bir sayfa olması o zamanlar bana çekici gelmişti ve şimdi bakın hangi noktadayız… Daha sonrasında Hukuk Fakültesi Dekanı ve biliyorsunuz ki uzun bir süre de Rektör olarak görev yapan Halil Akkanat’ın da üyesi olduğu bir komisyon vardı. Nispeten az sayıda katılımcının bu komisyonda olduğu göz önüne alındığında, büyük üniversitelerin karakteristik yapısına aykırı olan bu durum, bugüne kadar devam eden bazı bağlar kurulmasına olanak tanıdı. Mesleklerle ilgili bir yorum daha yapacağım, evet, (mezunların durumu bakımından) geniş bir yelpaze olması üniversitemiz için güzel bir neticedir. Yani mezunlar arasında avukatlar, hâkimler, birkaç savcı, Almanya’ya giden birkaç kişi var. Yüksek lisans yapıyorlar ve sonrasında geri dönüyorlar ya da orada kalıyorlar ve hatta bazen başka ülkelerde -sadece Almanca konuşulan (DACH) ülkelerde değil- doktora yapıyorlar. Almanya’da çalışan mezunlarımız da var. Hatta Deutsche Bank’ta çalışmakta olan bir mezunu özlediğimi söylemeliyim. Dolayısıyla imkânlar oldukça çeşitli. Ve kapitalist bir söylem kullanmak gerekirse, serbest piyasa mezunlarımız için birçok fırsat anlamına gelmektedir.

Birkaç gün önce, Berlin’de yayınlanan günlük Tagesspiegel gazetesinde 2013 yılına ait “Eine besonders enge Beziehung” yani “Özellikle Yakın Bir İlişki” başlıklı bir haber buldum. Türk-Alman Üniversitesi’nin kuruluşuyla ilgili bir röportajdı ve başlıkla kastedilen çeşitli alanlardaki tüm zorluklara rağmen iki ülke arasındaki benzersiz özel ilişkiydi. Tabii, hukukçular da ihtilaflarla uğraşmak zorunda kalsalar bile… Zorluklar beraberinde ihtilafları da getiriyor ve bu da yalnızca avukatların değil diğer meslekten insanların da faaliyet gösterebilmesi anlamına geliyor. Bu o zaman verdiğim bir röportajdı ve böyle bir üniversitenin kuruluyor olması gerekçelendirilmek ve kuruluşu haklı çıkarılmak zorundaydı. İki yıl önceki kutlamada Sn. Cumhurbaşkanı Sn. Şansölye’yi ağırladığında, Sn. Merkel orada üniversitemiz hakkında konuşma yaptılar. Ve bu da (en nihayetinde) sorumluluğu beraberinde getiriyor. Çünkü bir üniversite, yalnızca bilimsel kurallara dayanarak araştırma bulgularına ulaşmakla yükümlü özgür bir aktördür. Ve iki ülke arasındaki özel ilişki bunu daha da mühim kılmaktadır.

Pro Bono: Oscar Wild’ın Almanca ile ilgili bir sözü var: “Hayat, Almanca öğrenmek için çok kısa.” diyor. Siz de yıllardır bizim Almanca bilgimizi gözlemliyorsunuz. Sınavda büyük olasılıkla çok komik cevaplar yazıyoruzdur. Dolayısıyla öğrencilerinize Almanca becerilerini geliştirmek için ne yapmalarını önerirsiniz?

Prof. Dr. Philip Kunig: Bu çok önemli bir soru. Evet, benim de duyduğum eleştiri tam olarak bu. Elbette dil, hukukçular olarak yaptığımız iş için özel bir işleve sahiptir. Ama bu kendi başına bir amaç değildir, yani dili mükemmelleştirmekle ilgili değildir. Bunu zaten yapamazsınız. Başarılı bir çalışmaya açan ve yol açabilecek bir dizi dil seviyesi vardır. Ve bu bağlamda benim fikrim, dilin düşünce için her zaman bir araç olduğudur. Ve eğer düşünce başarılı bir şekilde karşı tarafa aktarılabilmişse her şey yolunda demektir. O zaman “der, die, das”ta ya da “Konjunktiv”de bir hata olup olmadığını fark bile etmem. Yani herkes hata yapabilir.

25 yıl önce Berlin’de okuyup derslerimi dinlemiş, henüz yeni avukat olmuş biriyle tanıştığımı hatırlıyorum. Onu tanımıyordum, şimdi burada bir avukat ve iki ülke arasında çok seyahat etmiş. Kendisi bir Türk ama Almanya’da büyüdüğünden dolayı Türkçe onun ikinci dili. Anlattığına göre Türkçe yazdığı her yazısını kontrol etmesi ve düzeltmesi için birine gönderiyormuş ve bu gayet normal, bunu kabul etmeniz gerekiyor. Ancak sorulması gereken, bu durumu iyileştirmek için neler yapılabileceğidir. Sonuç olarak bu bir iyileştirme görevidir, yani süreklilik arz eden egzersiz ve okuma yapmayı kast ediyorum. Ayrıca hazırlık bölümünde de merkezden (YDYO’dan) kaynaklı olmayan ancak maddî imkânsızlıktan kaynaklanan eksiklikler var. Hazırlıkta, bölümle ilgili yabancı dil dersleri de olmalıdır. Bu nedenle, üniversite eğitimi süresince dil odaklı derslere devam edilmelidir. Ama şu anda bu mümkün değil, zira her ne kadar iki devletten de bize mâli açıdan oldukça iyi destek veriliyor olsa da daha fazla dil dersi verecek maddî kaynak mevcut değil. Bu süregelen bir sorun niteliğindedir.

Pro Bono: Yavaş yavaş sona geliyoruz. Kalan iki sorumuz var. Bir avukatın kitaplığında mutlaka bulunması gereken bir kitap tavsiyeniz var mı?

Prof. Dr. Philip Kunig: Evet, yani iki tane var. Biri Kafka’nın “Şato”su (das Schloss). İnsanın adalet aradığı ve aradığı adaleti ona verebilecek mahkemenin bir şatonun içinde olması ile ilgili bir kitap. Ama şatonun yüksek duvarları var, kapısı yok ve bir kapı bulunduğunda da kilitli oluyor. Dolayısıyla bu, adalet ve adalet arayışını sembolize etmektedir…

Diğer tavsiyem ise, aynı zamanda büyük bir yargıç ve büyük bir yazarın kısa romanı. E.T.A, aynı zamanda E.T.A. Hoffman olarak da bilinir. Bu adam Goethe ile aynı zamanda yaşadı ve adı Ernst Theodor’du. Mozart Amadeus’a olan hayranlığından dolayı ismine bir “A” eklemiştir. Ernst Theodor Amadeus Hoffman, Berlin Temyiz Mahkemesi’nde yüksek yargıçtı ve „Çifte Varoluş“a (Doppelexistenz) öncülük ediyordu, gündüzleri yargıç ve geceleri romantik bir yazardı. Bu da uzun sürmedi, 42 yaşında hayatını kaybetti. Şimdi onun yazılarını tavsiye etmemin nedeni, bir benzetme. O Prusya hakkında bir hiciv yazdı. Prusya, Alman İmparatorluğu’nun federe bir devletiydi. “Meister Floh” adlı hicivde polisle tartışan bir adalet bakanı var. Burada siyasi zulümden bahsediliyor ve önce suçlanacak faili bulduğunuzda nasılsa isnat edilecek bir suç da bulabileceğinizi söylüyor. Yani bu, Bay (Henning) Rosenau’dan duyduklarımızın, ceza muhakemesi hukukunda Bay (Joachim) Kretschmer’den duyduklarımızın ve Anayasa’nın (Grundgesetz) 103. Maddesinde yazanların tam tersidir. Birini suçlayarak kanunu uyguladığını iddia eden bir adalet bakanı… Ve bu olay tarihte pek çok devlette o kadar sık ​​olmuştur ki, hukukun üstünlüğü ilkesi bir otokontrol mekanizması olarak ortaya çıkmış ve ETA Hoffmann tarafından çok güzel bir şekilde anlatılmıştır.

Pro Bono: O zaman son soruya geliyoruz. Biz genç hukukçulara ne önerirsiniz, mezun olduktan sonra bile nelere dikkat etmeliyiz ve nelere kesinlikle uymalıyız?

Prof. Dr. Philip Kunig: Bu çok zor bir soru. Son olarak, sorumluluk kavramından tekrar bahsetmem gerekir. Her hukukçunun ve her hukuk öğrencisinin çeşitli yönlerde sorumlulukları vardır. Birincisi, okumanızı mümkün kılan kişilere karşı sorumluluğunuz vardır. Yani ebeveynler, aile, çevre ve bunların emeklerine karşı.

Bu konuyu daha önce konuşmuştuk ve bu zaten bizde böyledir, hukukçular diğer alandakilerden farklıdır, yani matematikçiler kötü olduğunda sonuç olarak matematik yok olmaz. Bu açıdan tüm doğa bilimlerinin benzer olduğunu düşünüyorum. Ancak hukuk ve hukukun uygulanmasına yönelik içtihat ve rasyonellik, hukukun ele alınışıyla ilgilidir; bunlar zihinlerde varlığını sürdürür ve bu nedenle aktarılmalıdır. Ve adaletle ilgili meslekî faaliyetleri yürütmek için ihtiyacınız olan bilgiyi biriktireceksiniz, ancak bir noktada, çeşitli mesleklerdeki hukukçular olarak başkalarına bu bilgileri aktaracağınız zaman da gelecektir. Öğreten sadece bunu bir şekilde düzenleyen ve ona odaklanan kişidir. Ancak tüm hukukçular hukukun korunması sürecine dâhil olurlar. Bu arada, eleştirel farkındalığı geliştirmeyi ilk dönemden itibaren tavsiye ediyorum ve ben bunu hep yaptım. Her şeyden önce, hiçbir şeye inanmamak, güvensizlikten değildir. Kendi içgörülerinizi kazanmak daha iyidir, yani size söylenen her şeyi yapıcı eleştirilerle karşılamalı, kendinize ait ve bağımsız düşünceler oluşturmalısınız.

Siz –her zaman size söylüyorum, bir bütün olarak hukuk öğrencilerini kastediyorum– dijitalin sunduğu baştan çıkarıcı ve cezbedici şeylere de karşı koymalısınız. Bilgisayardan dolaylı az ya da çok yardım alınarak gönderilen sınav kağıtlarını ve ödevleri gördüğünüzde, ki bu bir süredir yaşanan bir durum, bu sizi üzüyor. Tanımlar; geçmişte pantolon ceplerinde kağıt parçalarına gizlenmişlerdi, bugün başka yöntemler var. Tüm bunlar her zaman oldu, yeni değil ve bunun (salt biçimde) yeni neslin işi olduğunu sanmıyorum, çünkü mantıksız. Ama her halükarda bunu aşmalı ve bundan kaçınmalısınız.

Ancak içeriği kendi kelimelerinizle kağıda dökmeyi ve sunmayı başarırsanız, (işte) o zaman onu gerçekten anlamış olursunuz. Bana göre esas olan da budur, (hatta) belki de daha önce bahsedilenlerin dâhi ötesindedir. Bir şey daha eklemek istiyorum… Yurtdışına çıkmak gibi bir şeyi organize etmek her zaman kolay olmasa bile, hukuk sisteminin bu uluslararasılaşmasını bir fırsat olarak görün. Bu durum yaygınlaştı ve hukuka geç ulaştı, bu yüzden benim zamanımda derste Almanya dışından kimse yoktu. Bugün (ise), bu tamamen değişti. Arjantin’den, Vietnam’dan, Japonya’dan, yukarıda bahsettiğimiz ülkelerden vs. doktora öğrencilerine, pek çok Yunanlı’ya ve bir o kadar sayıda Türk’e danışmanlık yaptım. Diğer (ülkelerin) yasalarıyla meşgul olmak –burada da kulağa çok küçümseyici gelen bu “yabancı” (fremden) ifadesinden kaçınmalı– bilgiyi büyük ölçüde geliştirir. “Karşılaştırmalı hukuk” kavramı bu noktada kulağa çok teknik gelebilir. Ancak benzerlikleri, farklılıkları incelemek ve “neden böyle?” diye düşünmek; daha önce bahsettiğim (serbest) piyasalar için, birinin uluslararası deneyime sahip olmasının yanı sıra çok değerlidir. Bunu çok açık bir şekilde söylüyorum çünkü, daha önce kendi yolumu anlattığım üzere, kendim için bunu yapma fırsatım olmadı. Sonra başka bir şey oldu, sözgelimi ailevî veya asistan olma teklifi vs. gibi. Sonra bir bakmışım Türkiye’ye tatil gezileri dışında hiç yurt dışına çıkmamıştım. Evet, bu sebeple böyle bir şeyi planladığınızdan da emin olmalısınız.

Pro Bono: Bu kadardı, başka sorumuz yok. Değerli cevaplarınız, ayrıca bize verdiğiniz emek ve harcadığınız zaman için tekrar çok teşekkür ederiz.

Prof. Dr. Philip Kunig: Çok naziksiniz, teşekkürler. Bunu yapmaktan gerçekten keyif aldım.

--

--

No responses yet